11 Nisan 2013 Perşembe

HADİS ve MUHALİFLERİ


 

HADİSİN ÖNEMİ VE MAHİYETİ


Hadîsin Etimolojik Yapısı ve Kapsamı

“Eski “anlamındaki “Kadîm”in zıddı olan “Hadîs” kelimesi, (çoğulu e­hâ­­dîs) tahdîs masdarından isim olup “haber” manasına gelir.

Hadîs kelimesi, İslamiyet’le birlikte farklı bir anlam kazanmış, âdeta o­nun­la kadîm olan Kur’an-ı Kerim’in mukabili kastedilerek Resulullah (s.a.v)’in sözlerine “el-Ehâdîsu’l-kavliyye”, fiillerine “el-Ehâdîsu’l-fi’liyye” ve tasvip ettiği şeylere de (takrîr) “el-Ehâdîsu’t-Takrîriyye” denilmiştir (Ebu’l-Bekâ, Kül­liyât, s. 370, 402).

Hadis alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)’in yaratılışıyla ilgili özelliklerini (=şe­mâil) ve ahlakî vasıflarını da hadisin kapsamı içerisine almışlardır.

Bazı alimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tabiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait olan hadislere “merfû”, sahâbeye ait olanlara “mevkûf”, tabiîne ait olanlara da “maktû” adını vermişlerdir (İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 7/ 33).

Sonraları merfû, mevkûf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere “haber” kelimesi kullanılmaya başlanınca, bir kısım alimler sadece mer­fû ri­va­yetlere, bazıları da merfû ve mevkûf rivayetlere hadis demeyi uy­gun görmüşlerdir.

Yine ilk devirlerde Resulullah (s.a.v)’in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sa­ha­be ve tabiîne ait her türlü haberi ifade etmek üzere “eser” kelimesi de kullanılmıştır.

Hadis ile “sünnet”in kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah (s.a.v)’in söz, fiil ve takrir­leri için kullanılması özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul gör­müş­tür. Ayrıca hadis ile sünnetin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in ahlakını, şemâilini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar da olmuştur (İbn Teymiyye, Fetava, 13/10; Keş­fu’z-Zünûn, 1/635-636).

 Bunun yanı sıra hadisin; Resulullah (s.a.v) tarafından vaz’ edilen sözlü mesajlar olduğunu, sünnetin ise bazen bu sözlü mesajların kendisi ve bazen de bu sözlü mesajlardan istinbat edilen hükümler olduğunu belirtenler de ol­muştur. 

 

HADİSLERİN TESPİTİ

 

Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Arapların, ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. Bununla beraber İslamiyet’in doğuşu sırasında önemli bir ticaret merkezi konumunda bulunan Mekke’de okuma yazma bi­lenlerin sayısı, Medine’ye nispetle daha çoktu. Bunlardan Müslüman olanlar, İslamiyet’in ilk devirlerinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur’an-ı Kerim’i yazmakla meşgul olmuştu.

Sade ve tabiî yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güç­lü hafızaya sahip bulunanlar vardı.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, bazı önemli sözlerini, üçer defa tekrarlaması (Bu­hârî, İlm 30) ve kelimeleri ‘sayılacak derecede’ yavaş telaffuz etmesi (Bu­hârî, Menâkıb 23) sebebiyle dinleyiciler, söylediklerini kolayca öğrenebiliyor­lardı.

Resulullah (s.a.v)’in meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahabiler de (Buhârî, İlm 27) duyup öğrendikleri ha­disleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, sahabilere; kendi sözlerini dinleyip öğrenmele­rini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayr duada bu­lunması (Buhârî, İlm 9, Hac 132; Ebu Dâvud, İlm 10; Tirmizî, İlm 7), onların ha­disleri bir ibadet şekliyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır.

Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde oturan ehl-i Suffe’de Resulullah (s.a.v)’den hadis tahsil etmişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Mekke’de iken hadisleri yazmak isteyen her­kese izin vermek istemediği bilinmekle birlikte Resulullah (s.a.v)’den bu ko­nuda izin alan sahabiler, duyup öğrendikleri hadisleri, hem ezberlediler ve hem de yazdılar (Müsned, 2/403).

“Sahîfe” adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahabiler arasında, 1000 civarında hadis ihtiva eden “es-Sahîfetü’s-Sâdıka”nın sahibi Abdul­lah ibn Amr başta olmak üzere Sa’d b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semure b. Cündub, Abdullah ibn Abbâs, Câbir b. Abdul­lah, Abdullah b. Ebi Evfâ ile Enes b. Mâlik bulunmaktadır.

Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebu Hureyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih’e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan “Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih” (=es-Sahîfetü’s-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamidullah tarafından yayımlanmıştır.

Ebu Mûsa el-Eş’arî’den oğlunun, ondan da torunun rivayet ettiği “Müsnedü Büreyd” adıyla tanınan 40 hadislik cüz de vardır (Süleymâniye kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, nr. 541, vr 136-174).

 

HADİSLERİN TEDVİNİ

 

Hadis tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gâliye gibi siyasî  ve itikadi fırkaların, 1.(7.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiye ve Mürcie, bir müddet sonra da Ceh­miyye ve Müşebbihe gibi mezheplerin ortaya çıkması gelir. Bu fırka ve mezhep taraftarlarının, işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini güçlendirmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir.

Özellikle Şia’nın kendi grupları, daha sonra Abbâsî devleti taraftarlarının sultanlar lehinde rivayet icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçiler ile ırk ve mez­hep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhad­dislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.

I. (7.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette, isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup ravilerin ri­vayetleri kabul görmüş, Ehl-i bid’atin rivayetleri alınmamıştır (Müslim, Mu­kaddime 5).

Bunun sonucu olarak; hadisi bir uzmanlık sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dine bağlılıkları ve dü­rüstlükleri, bid’atle ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söy­lemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta’dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercüme­leri (=biyografileri) hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.

Halife Ömer ibn Abdulazîz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine kar­şı çıkmayacağını anlayınca, hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar ver­mesini önlemek ve hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Bu sebeple de valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve kadısı Ebu Bekr ibn Hazm’a gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu nedenle de Hz. Peygamber (s.a.v)’in ha­dislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir (Buhârî, İlm 34; Dârimî, Mukaddime 43).

Sahabilerin fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halife Ömer ibn Abdulazîz’e gön­dermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer ibn Abdulazîz’de, toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir (İbn Abdilberr, Câmiu’l-Beyâni’l-İlm, 1/331).

Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tespite göre; I. (7.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (8.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir (M. Mustafa el-A’zâmî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58-161; İmtiyâz Ahmed, Delâilu’t-tev­sîki’l-mübekkir li’s-sünneti ve’l-hadîs, s. 416-590).

 

HADİSLERİN TASNİFİ

 

Hadislerin tedvini tamamlanınca, bunların sistemli bir kitap haline geti­ril­mesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkan verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır.

Bazı alimler, hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde “Musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken, bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak “Müsned” denen türde kitaplar te’lif etmeyi tercih etmiştir.

Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinme­mekle birlikte Tirmizî (Kitâbu’l-İlel, s. 738) ve daha geniş bir şekilde Râ­ma­hür­müzî’nin verdiği bilgiye göre; bu konuda ilk çalışmayı, genellikle “el-Mu­sannef” (el-Câmi’, es-Sünen, el-Muvatta’) diye anılan eserleriyle Mekke’­de İbn Cüreyc (ö. 150/767), Yemen’de Ma’mer b. Râşid, Basra’da İbn Ebi Arûbe ile Rebî’ b. Sabîh (Subeyh) Kûfe’de Süfyân es-Sevrî, Medîne’de Mâlik b. Enes, Horasan’da Abdullah b. Mübârek, Rey’de Cerîr b. Abdulhamîd, Şam’da Velîd b. Müslim gibi muhaddisler yapmıştır (Râme­hürmüzî, Mu­had­disu’l-Fasl, s. 611-614).

İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (8.) yüzyılın ortala­rında vefat etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren ha­zırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır.

III. (9.) yüzyılında hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli hadislerin ravi adlarıyla (ale’r-Ricâl) ve konularına (ale’l-Ebvâb) göre tasnif edilmesidir.

Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlarını esas alarak her sa­ha­binin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya geti­ren “Müsned”lerin ilk musannefileri olarak Esed b. Mûsâ (ö. 212/827), Ubey­dul­lah b. Mûsâ el-Absî, Yahya b. Abdulhamîd el-Himmânî, Müsedded b. Müser­hed ve Nuaym b. Hammâd’ın adlarını zikredilmektedir. Bunların eserleri hak­kında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Dâvud et-Tayâlisî (ö. 204/ 819)’nin “el-Müsned”i ile Mekke’de kaleme alınan ilk “Müsned”ler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî (ö. 219/834)’nin “el-Müsned” ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)’in “el-Müsned”i günümüze ulaşmıştır.

Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan “Mu’cem”lerde, ri­va­yetler, sahabe adına göre yada “Mu’cem”i tasnif eden muhaddisin hoca­larının adlarına göre ya da ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Ta­berânî (ö. 360/970)’nin üç “Mu’cem”i bu türün en tanınmış örnekleridir.

Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak “Musannef” diye anılan hadis kitaplarının ilk örnekleri de Ma’mer b. Râşid (ö. 153/770)’in “el-Câmi’”i ile Mâlik b. Enes (ö. 179/795)’in “el-Muvatta’”sıdır. Bu türün III. (9.) yüzyılındaki örnekleri Abdurrezzâk es-San’ânî (ö. 211/826-827) “el-Mu­sannef”i ile Ebu Bekr ibn Ebi Şeybe (ö. 235/849)’nin “el-Musannef”i gös­terilebilir

III. (9.) yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak “Kütübü Sitte” kabul edilmektedir. Bunların içinde sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhârî ile Müslim’in “el-Câmiu’s-Sahîh”leri, Kur’an’dan sonra İslam’ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Mâlik b. Enes’in “el-Muvatta”sını yada Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî (ö. 255/868)’nin “es-Sünen”ini gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap, İbn Mâce (ö. 273/886)’nin “es-Sünen”idir. Diğerleri, Ebu Dâvud (ö. 275/888)’un “es-Sünen”i, Tirmizî (ö. 279/892)’nin “es-Sünen”i ve Nesâî (ö. 303/915)’nin “el-Müctebâ”sı diye bilinen “es-Sünen”idir.

Bu yüzyılda bir çok muhaddisin yetişmesinde emeği geçen, hadisler ile ravileri ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında Affân b. Müslim, Saîd b. Mansûr, İbn Sa’d, Yahyâ b. Maîn, Alî b. Me­dînî, İshâk b. Râhûye, Ebu İshâk el-Cüzcânî, Ebu’l-Hasan el-İclî, Ebu Zür’a er-Râzî, Baki’ b. Mahled, Ebu Hâtim er-Râzî, Ebu Zür’a ed-DImeşkî, İbn Ebi Âsım ve Bezzâr’ın adları sayılabilir.

III. (9.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar yapılmış olup Ebu Ubeyd b. Kâsım b. Sellâm (ö. 224/839)’ın kırk yılda meydana getirdiği “Garîbu’l-hadîs” adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmektedir. Daha sonra da bu tür de pek çok eser yazılmıştır.

IV. (10.) yüzyılda hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap te’lifi yerine daha ön­ceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır.

Bundan dolayı alimler, IV. (10.) yüzyılın başını; mutekaddimîn dönemi­nin sonu, müteahhirîn devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.

Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya’lâ el-Mevsilî (ö. 307/919)’nin “el-Müsned”i, İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922)’nin “Teh­zî­bu’l-âsâr”ı, İbn Huzeyme (ö. 311/923)’nin “es-Sahîh”i, Ebu Avâne el-İsfe­râyînî (ö. 316/928)’nin “el-Müsnedü’l-muhrec alâ Kitâbi Müslim ibnü’l-Hac­câc”ı, İsmâilî (ö. 371/982)’nin “el-Müstahrec”i, Ebu Ca’fer et-Tahâvî (ö. 321/933)’nin “Şerhu Meâni’l-Âsâr”ı, İbn Hibbân (ö. 354/965)’ın daha ön­ceki hadis kitaplarından tamamen farklı bir tertipte hazırladığı “el-Müsnedü’s-Sahîh”i, Taberânî (ö. 360/970)’nin hocalarının adlarına göre tertip ettiği “el-Mu’cemu’l-Evsat” ile “el-Mu’cemu’s-Sağîr” adlı eserlerin­den daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği “el-Mu’cemu’l-Kebîr”i, Dârekutnî (ö. 385/995)’nin “es-Sünen”i ve Hâkim en-Nîsâbûrî (ö. 405/1014)’nin “el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn”ı tasnif edilmiş­tir.

IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirâyet ki­tapları da te’lif edilmiştir. Bunların içerisinde; İbn Ebi Hâtim (ö. 327/938)’in hem sika ve hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair yazdığı “el-Cerh ve Ta’dîl”i, Râmehürmüzî’nin ilk hadis usûlu çalışması olduğu kabul edilen “el-Muhaddisu’l-fasl ve beyne’r-râvî ve vâî” adlı eseri, İbn Adiyy (ö. 365/975)’in zayıf raviler hakkında münekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği “el-Kâmil fî duafâi’r-ricâl”i, Hat­tâbî (ö. 388/998)’nin önce Ebu Dâvud’un “es-Sünen”ine “Meâlimu’s-Sü­nen”, ardından Buhârî’nin “el-Câmiu’s-Sahîh”ine “İ’lâmu’s-Sünen” adıy­la yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri, Ha­lef el-Vâsitî ö. 401/1010)’nin “Etrâf” kitaplarının ilk örneklerinden olan “Etrâfu’s-Sahîhayn”ı ile Ebu Mes’ud ed-Dımeşkî (ö. 401/1010)’nin “Etrâfu’s-Sahî­hayn”ı, Hâkim en-Nîsâbûrî (405/1014)’nin hadis usûlüne dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan “Ma’rifetu ulûmi’l-hadîs”i bu tür eserlerdendir.

V. (11.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfehânî (ö. 430/1038) “el-Müsnedü’l-müstahrec alâ Sahîhi Müslim”i ve sahabenin hayatına dair “Ma’rifetu’s-sahâbe”yi, Mısırlı mu­had­dis ve tarihçi Kudâî hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak ama­cıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı “Şihâbul-Ahbâr”ı yazmış, hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (ö. 458/1066) diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiîn sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte “es-Sünenü’l-Kübrâ”da bir araya getirmiş ve “Ma’rifetü’s-sünen ve’l-âsâr” adlı eserinde ise Şafiî fıkhı­nın dayandığı 20.881 hadisi, sahabe ve tabiîn sözünü toplamış, Endülüslü muhaddis İbn Abdilberr en-Nemerî (ö. 463/1071) ise bütün sahabilerin ha­yatını yazmak amacıyla başladığı “el-İstiâb fî ma’rifeti’l-ashâb”da tekrarla­rıyla birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş ve “Câmiu’l-beyâni’l-ilm”de ise ilim ve ilmin öğrenilmesine dair Hz. Peygamber (s.a.v), sahabe, tabiîn ve da­ha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle bir­likte derlemiş ve yine “et-Temhid limâ fi’l-Muvatta mine’l-meânî ve’l-esânid”de ise İmam Mâlik’in “el-Muvatta”sını şerhetmiştir.

V. (11.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri biraraya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tas­nif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandî (ö. 491/­1098)’nin İslam dünyasında o zamana kadar bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetleriyle birlikte 100.000 hadis ih­tiva ettiği belirtilen “Bahru’l-esânid fî sıhâhi’l-mesânid” adlı eserinin önem­li bir yeri vardır (A’lâmun-nübelâ, 19/206). Ancak bu eser günümüze ka­dar gelmemiştir.

Ferrâ el-Begâvî (ö. 516/1122)’nin 4931 yada 4719 hadis ihtiva eden “Mesâbîhu’s-sünne” adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür.

Endülüslü muhaddis Rezîn b. Muâviye es-Sarakustî (ö. 535/1140) ise İbn Mâce’nin “es-Sünen”i yerine İmam Mâlik’in “el-Muvatta”sını koyarak Kütübü Sitte’deki hadisleri “et-Tecrîd li’s-sıhâh ve’s-sünen” adlı eserini top­lamış, bu eseri yetersiz gören Mecdüddin İbnü’l-Esîr (ö. 606/1209) bölüm adlarını alfabetik sıraya koyarak bu eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına “Câmiu’l-usûl li ehâdisi’r-resûl” adını vermiştir.

VII. (13.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnü’s-Salâh (ö.643/1245) “Ulûmu’l-hadîs” olarak da bilinen ve hadis usûlü çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan “Mukaddime”sini kaleme almış­tır.

Radıyyuddin es-Sagânî (ö. 650/1252)’nin “Sahîhi Buhârî” ile “Sahîhi Müs­lim”den seçtiği 2267 merfu’ hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sırayla topladığı “Meşâriku’l-envâri’n-nebeviyye” adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur.

Hadis alanındaki te’lifleriyle bilinen Münzirî (ö. 656/1258), büyük rağbet gö­ren “et-Tergîb ve’t-Terhîb”ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir.

Bu yüzyılın en velûd alimlerinden olup hadis usûlü alanında da önemli eserler yazan Nevevî (ö. 676/1277), “el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müs­lim”den başka daha çok toplumsal ve ahlakî mahiyetteki hadisleri ihtiva et­mesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen “Riyâzü’s-Sâlihîn” adlı eseri, dua ve zikir konusundaki hadisleri biraraya getiren “el-Ezkâr”ı tasnif etmiştir.

Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok ki­tabıyla bilinen Zehebî (ö. 748/1348)’de “Tezkiretü’l-Huffâz”ı ve zayıf ra­vi­lere dair “Mîzanu’l-İ’tidâl” ve tanınmış muhaddislere dair “Siyerü a’lâ­mi’n-­nübelâ” adlı kitapları yazmıştır.

Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr (ö. 774/1372)’in Kütübü Sitte, İmam Ahmed’in “el-Müsned”i, Taberânî’nin üç “Mu’cem”i, Bezzâr ve Ebu Ya’lâ el-Mevsilî’nin “Müsned”lerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre’nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti biraraya getirdiği “Câmiu’l-mesânid ve’s-sünen el-hâdî li akvemi sünen” adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür.

Suyûtî (ö. 911/1505)’nin “Cem’u’l-cevâmi’”iyle İbn Kesîr’in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.

IX. (15.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri, “Zevâid” kitapları­nın tasnifidir. Nureddin el-Heysemî (ö. 807/1405)’nin “Mecmâu’z-zevâid”i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekr el-Bûsirî (ö. 840/1436)’nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1447)’nin, İmam Ahmed’in de aralarında bulunduğu ta­nınmış 8 muhaddisin “Müsned”lerin de bulunmakla beraber Kütübü Sitte’de yer almayan hadisleri biraraya getirdiği “el-Metâlibu’l-âliye”si bu türün örneklerindendir.

İbn Hacer’in hadisle ilgili yüzlerce te’lifi arasında “Fethu’l-Bârî bi şerhi Sahîhi Buhârî” ile “el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe” adlı eserleri özellikle kay­dedilmelidir.

Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sözleri ve mevzu hadisleri biraraya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehâvî (ö. 902/1497)’nin “el-Mekâsidu’l-hasene”si ile İsmail b. Muhammed el-Aclûnî (ö. 1162/1749)’nin kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki ge­niş eseri “Keşfu’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs amme’ş-tehere mine’l-ehâdisi alâ elsineti’n-nâs” adlı önemli çalışmalardır.

Çeşitli eserleri yanında hadis derlemeciliğiyle de tanınan Suyûtî (ö. 911/­1505)’nin 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis riva­yetlerini biraraya getirmek amacıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan 71 kay­nağı tara­yarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlaya­madığı “el-Cem’u’l-cevâmi’” adlı eseri ile bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sıraladığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden “el-Câmiu’s-sağîr”i, bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır.

Muttakî el-Hindî (ö. 975/1567)’nin “Kenzu’l-ummâl fî süneni’l-akvâl ve’l-ef’âl”i, hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eser de, Suyûtî’nin söz konusu iki çalışması ile “Ziyâdetu’l-câmi’s-sağîr”indeki ha­disler, bölüm ve bablara göre sıralanmış, ardından bu bölümler adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.

Muhaddislerin tükenmeyen gayretleri sonunda; Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadisleri biraraya getirilmiş, hadisler arasındaki rivayet farklılıkları azaltılmış, bu arada hadisleri rivayet eden kimselerin hayatları, şahsiyetleri, bilgilerinin ve hafızalarının sağlamlık derecesi en ince noktasına kadar tespit edilmiştir.

İlk devirlerde yapılan seyahatler, hadisleri toplamayı hedef almakla be­ra­ber daha sonraları âlî isnad elde etmek ya da duyulmamış bir hadisi tespit ede­bilmek amacıyla sürdürüülmüştür.[1]

  

ŞARKİYATÇILAR VE HADİS

 

Şarkiyatçılar, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadisleri yasaklaması sebebiyle sahabiler tarafından pek az hadisin rivayet edildiğini, hadis külliyatını doldu­ran rivayetlerin çoğunun Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgisi bulunmadığını, bunların, ortaya çıkan yeni meselelere çözüm getirmek için II. (8.) ve III. (9.) yüzyıllarda İslam hukukçuları tarafından uydurulduğunu ileri sürerler.

Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından ortaya atıl­ması yüzünden birbiriyle çeliştiğini esasen bir kısmının Tevrat’tan, İn­cil’den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia ederler.

Şarkiyatçıların hadis konusunda farklı sonuçlara varmasının sebebleri ara­­sında İslam alimleri tarafından güvenilir kabul edilmeyen Vâkidî, Ebu’l-Ferec el-İsfehânî gibi kişilere, ayrıca delil olarak kullanılmayan şâz, garîb, hatta mevzu rivayetlere fazlaca değer vermeleri zikredilebilir.

Şarkiyatçıların, ilmîlik iddiasıyla hadisleri tarihî olaylara göre uygun dü­şüp düşmediğine bakarak açıklamaya kalkışmalarını, en sahih hadislerin bile bel­li bir zamanda ve belli maksatlarla uydurulduğunu ileri sürmelerini ilmîlikle bağdaştırmak mümkün değildir. Onların bu tutumunun ardında yatan te­mel fikir ise İslam’ın ilahî vahye dayanmadığı ön yargısıdır. (Seyyid Hü­­seyin Nasr, İslam: İdealler ve gerçekler, s. 91)    

G. H. A Juynboll’ün belirttiğine göre; hadislerin büyük bir kısmının uydurma olduğunu ilk defa Avusturyalı şarkiyatçı Aloys Sprenger iddia et­miştir. (The Authenticity of the Tradition Literature, s. 1)

Hadis hakkında en geniş araştırmayı yapan ve daha sonraki şarkiyatçı­lar tarafından sözü senet kabul edilen Ignaz Goldziher’in kendini tarafsız göstermeye gayret eden tavrı ile, açıkça İslam aleyhtarlığı yapmaktan kendilerini alamayan İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani ve papaz Henri Lammens gibilerinin tavırları ve kanaatleri; hadisin, Kur’an’dan sonra İs­lam’ın ikinci kaynağı sayılabilecek güvene sahip olmadığı noktasında birleş­mektedir.

Goldziher, başlangıçta hadislerin fazla bir yekün tutmadığını, fakat son­radan uydurulan rivayetlerle bu miktarın arttığını ileri sürmekte, buna delil ol­mak üzere sahabilerin pek az hadis rivayet ettiklerini, rivayet sırasında son de­rece titiz davrandıklarını, ayrıca ilk zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadislerin yazılmasına izin vermediğini, bunun sonucu olarak ta daha sonraki zamanlarda bir çok alimin hadislerin yazılmasını uygun görmediğini söyle­mekte ve buradan hareketle, “Bana Kitap ile birlikte onun bir benzeri ve­ril­­di” mealindeki hadisi müslümanların uydurduğunu iddia etmektedir (Gold­ziher, AÜİFD, 19/223-235).

Hadislerin, başta sahabiler olmak üzere son derece raviler tarafından da­ha sonraki nesillere aktarıldığını gösteren delilleri, Goldziher’in yaptığı gibi ha­dis­lerin aleyhine olacak şekilde değerlendirmek, en iyimser bir yorumla İslam’ın ilk temsilcilerinin dinî heyecanlarını, Resulullah (s.a.v)’e bağlılıklarını ve dinin ancak onun uygulamalarıyla doğru bir şekilde anlaşılabileceğine olan inançlarını bilmemekle izah edilebilir.

Nitekim bazı sahabiler, hadis rivayetinde titiz olmakla beraber kişiyi bil­diğini gizlemekten sakındıran ayetler karşısında ölüm döşeğinde bile ken­dilerini hadis rivayetine mecbur hissetmişlerdir.

Öte yandan uzun bir hayat süren bir kısım sahabilerin karşılaştıkları olaylar üzerine Resulullah (s.a.v)’den duyup öğrendiklerini aktarmaları ve kısa ömürlü arkadaşlarına nispetle daha fazla rivayet etmeleri tabiî görülmeli­dir.

Aşere-i mübeşşerenin ittifakla naklettiği, Kütübü Sitte müellifleri başta ol­mak üzere bir çok hadis aliminin eserlerinde yer verdiği, en titiz muhaddis­lerin bile mütevatir hadisin yegane örneği kabul ettikleri, “Kim benim ağ­zımdan bilerek hadis uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın”[2] mea­lindeki hadisi, uydurma hareketini önlemek amacıyla muhaddislerin ürettiğini söylemesi (Etudes sur tradition İslamique, s. 162-163), esasen Goldziher’in hiçbir bilimsel ölçeğe değer vermediğini göstermektedir.

Dinde önemli bir yeri bulunan “Yapılan işler, niyetlere göre değer ka­zanır”[3] mealindeki hadisin de güvenilir bütün hadis kitaplarında yer alma­sına, hem İslam’ın ruhuna ve hem de “Herkes kendi mizaç ve meşrebine gö­re iş yapar” mealindeki ayete (İsrâ’: 17/84) uygun olmasına, ayrıca Goldziher’in hadisleri değerlendirirken dikkate aldığı tarihi gelişmeyle ilgili bir yanının bulunmamasına rağmen sonradan uydurulduğunu ileri sürmesi (el-Akîde ve’ş-şerîa, s. 44) şaşırtıcıdır.

Goldziher’in “Hadislerin büyük bir kısmının eyaletlerde kendiliğin­den ortaya çıktığı”, bunların “mevziî bir görüşü desteklemek için vücut bul­duğu” (Etudes sur tradition İslamique, s. 217) şeklindeki iddiası, şarkiyatçıla­rın hadisler hakkındaki genel kanaatinin yansıtmaktadır. Onun, bizzat müslüman münekkitlerin pek çok rivayetin bölgesel özelliğine işaret ettiğini söyleyerek görüşünü desteklemek üzere “Süneni Ebu Dâvud” ve “Süneni Tir­mi­zî”­den verdiği örnekler, aslında bir şehre yerleşen bir sahabinin belki de tek başına Resulullah (s.a.v)’den duyduğu sebeplerle bölgesel özellik taşı­yan rivayetleridir.

Hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yazılmaya başladığı konu­sundaki delilleri görmezlikten gelen, ayrıca tedvin ve tasnif çalışmalarını birbirine karıştıran Goldziher, meselenin içinden çıkamayınca İslamî kaynak­larda bu konuda çelişkili bilgiler bulunduğunu ileri sürmekte ve bu sebeple tedvinin başlangıcını III. (9.) yüzyılına kadar götürmektedir.

Böyle düşünen şarkiyatçılar ile tedvin faaliyetinin II. (8.) yüzyılında baş­ladığını söyleyerek daha mutedil görünenlerin maksatları farklıdır. Bu ikinci gruptakilerin amacı, o tarihten itibaren yazıya güvenildiği, bu sebeple hadis­leri ezberleyerek muhafaza etme geleneğinin terk edildiği düşüncesini ortaya atmaktadır.

 III. (9.) yüzyılında başlatanların gayesi ise, geç bir tarihe kadar yazılma­dığı için hadisleri sağlam bir şekilde korunamadığı kanaatini uyandırarak ha­dis tedvin edenlerin kendi görüşlerine uyan rivayetleri topladıkları ve işlerine geldiği şekilde hadis uydurdukları hususundaki görüşlerine zemin hazırla­maktır.

Goldziher, hadislerin sonraki dönemlere güvenilir bir şekilde intikal etmediği şeklindeki tezine dayanak hazırlamak üzere önemli bazı hadis otori­telerinin güvenirliliği hakkında şüphe uyandırmaya çalışmış, bunun için de ha­dislerin resmi tedvininde birinci derecede rol oynayan İbn Şihâb ez-Zührî’yi seçerek onu hadis uydurmacılığıyla suçlamıştır.

İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani “Annali dell’Islam” (İslam Ta­rihi) adlı eserinde, “en mükemmel olan ve en şâyân-ı i’timad isimlerden te­rekküb eden isnadların bile II. Asır sonunda, belki III. asırda hadis uleması ta­rafından tertip ve adeta icat edilmiş olduğunu” iddia etmiştir (İslam Tarihi, I/86).

Hadislerin güvenirlilik ölçüsünü ilk kademede ortaya koyan isnad sis­temi hak­kındaki bu ağır ithamını hiç bir belgeye dayandırmaması, onun en önemli konularda bile zan ve tahmin ile konuşmakta sakınca görmediğini ka­nıt­la­maktadır. Kendi kaynaklarından biri olan ve II. (8.) yüzyılın başlarında yazı­lan İbn İshâk’ın küçük hacimli “es-Sîre”sinde bile 200’e yakın isnadın kul­lanılmış olduğunu görmezlikten gelmesi, tıpkı hadis metinleri gibi isnadların da daha sonraları icat edildiğini kabul etmesi (İslam Tarihi, I/88) sebebiyledir.

Caetani’nin hadisler hakkındaki peşin hükmünün örneklerinden biri de şudur: Hollandalı şarkiyatçı Reinhart Dozy’nin bütün müsteşrikler gibi Hz. Peygamber (s.a.v)’in uydurup Allah’a nispet ettiğini ileri sürdüğü Kur’an’a ve Resulullah (s.a.v)’e ağır hakaretler etmesi yanında “Sahîhi Buhârî”nin yarı­sını “en titiz münekkitlerce bile sahih sıfatına layık” bulması, hadislerin çoğu­nun şifahî olarak korunduğunu ve bunların genellikle hicretin II. asrında ya­zıldığını söylemesi (Dozy, I/161-165) gibi olumlu sayılabilecek tavırlarını Ca­etani “ihtiyatsızca kendisini bırakıvermiş iyimser bir güven” olarak nite­le­mek­tedir (İslam Tarihi, 1/90). Zira ona göre “Sahîhi Buhârî” ile “Sahîhi Müs­lim”deki hadisler, İslamiyet’in en gelişmiş bir devresindeki dinî, siyasî, ictimaî şartların bir çevresinden ibarettir.

Bu hadisler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in söylediği sözler değil, hicretin II. (8.) yüzyılındaki müslümanların onun söylemiş olmasını istedikleri şeylerdir (İslam Tarihi, 1/91).

Henri Lammens, Hz. Muhammed (s.a.v)’in erken vefat etmesinin Kur’­an’ı yeniden ele alıp ondaki bazı boşlukları doldurmasına fırsat vermedi­ğini söy­lemekte, var olmayan sünneti ortaya çıkarmak veya mevcut fikirleri yer­leş­tirmek hadisin başvuru kaynağı olması gerektiğini, bu sebeple diğer ha­dis me­­tinlerinin çok dikkatli ve titiz bir şekilde yeniden üretildiğini ileri sür­mek­te­dir.

David Samuel Margoliouth, Hz. Muhammed (s.a.v)’in kendinden sonra bir hüküm ve dinî bir karar bırakmadığını söylemekte, ilk İslam cemaa­tinin uygulandığı sünnetin eski Arapların örfü olduğunu, bunların onun sün­netiyle bir ilgisi bulunmadığını, Peygamber’in temeli Kur’an’da olmayan bir kural ortaya koymadığını ileri sürmekte (The Early Development of Muham­me­da­nism, s. 66, 70, 76), şarkiyatçıların, fıkhî hüküm ve kararların Hz. Peygam­ber (s.a.v)’e izafe edildiği şeklindeki genel kanaatini paylaşmak­tadır.

Reynold Alleyne Nicholson da, muhaddislerin birbirine zıt bir çok ha­disi Hz. Peygamber (s.a.v)’e isnad ettiklerini ve bunları te’lif imkanı bula­ma­dıklarını iddia etmekte, buna örnek olarak köpeklerin bir yerde öldürülme­sini emreden, başka bir yerde de bunu yasaklayan rivayetleri göstermekte, ayrıca Ebu Hureyre gibi bazı sahabilerin tarlaları bulunduğu için köpek bes­lemeyi mu­bah gördüklerini, nitekim Abdullah ibn Ömer’in “Ebu Hureyre’nin tarlası vardır” diyerek onun bu konudaki açığını ortaya çıkardığını ileri sür­mektedir (İzziyye Ali Taha, Mecelletü’l-Buhûsi’l-İslâmiyye, s. 284-285).

Nicholson’un, birbirini nakzeden pek çok hadis bulunduğu ve bunla­rın metin tenkidine tabi tutulmadığı yolundaki iddiası gerçeği yansıtmamak­tadır. Esasen birbirine zıt gibi görünen hadisler bulunmakla beraber bunlar diğer hadislere nispetle oldukça azdır.

İslam alimleri çok erken devirlerden itibaren hadisleri doğru anlamak, on­­ların sahihini, zayıf ve mevzu olanını ayırmak için sened tenkidi yanında metin tenkidiyle ilgili prensipler de ortaya koymuşlar, özellikle birbirine mua­rız görünen rivayetler için geliştirdikleri şâz, münker, muzdarib, mensuh gibi ölçüler sayesinde bu tür problemleri çözmeye çalışmışlardır.

İmam Şâfiî’nin “İhtilâfu’l-hadîs”i ile İbn Kuteybe’nin “Te’vîlu muhte­lifi’l-hadîs”i, muhaddisler tarafından başından beri uygulanan bu prensipleri erken devirde getirdiğini ortaya koymaktadır.

Ebu Hureyre’nin tarlası bulunduğu ve bekçi köpeğine ihtiyacı olduğu için köpek beslemeyi mubah gördüğü, Abdullah ibn Ömer’in de, “Ebu Hu­reyre’nin tarlası vardır” diyerek onun bu konudaki hadisi uydurmakla suçladığı iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. “Ebu Hureyre benden daha hayrlıdır, rivayet ettiklerini de benden daha iyi bilir” (İbn Hacer, el-İsâbe, 7/438) diyen, daha sonra bu hadisi “tarla köpeği” ilavesiyle bizzat rivayet eden (Müslim, Müsakât 56) Abdullah ibn Ömer’in Ebu Hureyre’yi suçlaması mümkün görünmemektedir.

Joseph Schacht, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hukukî mahiyette bir şey yapıp söylemeyi hiçbir zaman düşünmediği, esasen onun buna yetkisinin bulun­­madığı kanaatini taşıdığı için, Goldziher gibi bu tür hadislerin II. (8.) ve III. (9.) yüzyılda yaşayan İslam alimleri tarafından uydurulduğunu ileri sür­müş­tür.

Schacht’ın müsteşrikler tarafından çok beğenilen “Origins of Muham­madan Jurisprudence” adlı eserindeki cüretkar iddialarını Mu­hammed Mus­­­tafa el-A’zamî “On Schacht’s Origins of Muhammadan Ju­ris-pru-dence” (trc. Mustafa Ertürk, İslam Fıkhı ve Sünnet, İstanbul 1995) adlı ça­lışmasıyla cevaplandırmıştır.

Siyasî, itikadî, hatta hukukî konularda hadis uydurulduğu tarihî bir vakıa olmakla birlikte bunların hadis otoriterleri tarafından zamanında tespit edilip değerlendirilmesi sebebiyle muteber fıkıh kitaplarında yer almadığı da bir gerçektir.

Philip Khuri Hitti, müslümanların hadisleri tıpkı Kur’an gibi vahiy mah­­sulü olarak kabul ettiklerini, halbuki hadislerin çoğunun Kitab-ı Mukad­des’ten, özellikle de İncil’den alındığını iddia etmekte; bunu ispatlamak ama­cıyla da suç işleyen kölesini dövmek için izin isteyen birine Hz. Peygamber (s.a.v)’in izin vermediği gibi onu günde 70 defa affetmesini öğütlediğine dair hadisin (Müsned, 2/90; Tirmizî, Birr 31) Matta İncili’nden (18/21, 22), Câbir b. Abdullah’ın, Medine’de Hendek Gazvesi’ne hazırlanıldığı sırada pişirdiği az bir yemeğin Resulullah (s.a.v)’in bereketiyle 1000 kişiyi doyurmasına dair hadisin de (Müslim, Eşribe 141) Hz. İsa’nın da aynı şekilde 4000 kişiyi do­yurduğuna dair Matta İncili’ndeki rivayetten (15/30-38) alındığını ileri sür­mektedir (Islam and the West, s. 105-107). 

Müslümanları Ehl-i kitaba benzemekten şiddetle sakındıran Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in (Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, İlm 6) Kitab-ı Mukaddes’ten faydalanması sözkonusu olamaz. Üstelik tahrifata uğrayan Kitab-ı Mukaddes’teki sözlerin Hz. İsa’ya âidiyeti kesin olmadığı, bu sebeple Resulullah (s.a.v)’in bu ifadeleri kabul veya reddetmeyi yasakladığı bilindiğine göre (Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhîd 51) onun kendi yasağına uymaması, muhaddisle­rin de Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu emrine karşı gelmeleri imkansızdır. Eğer Kitab-ı Mukaddes’teki bu sözler tahrif edilmemişse, aynı ilâhî kaynaktan bes­lenen iki peygamberin birbirine yakın sözler söylemesi ve benzer mucizeler göstermeleri tabiîdir.

Theodor William Juynboll, “Encyclopedie de l’Islam”ın ilk baskısına yazdığı “Hadis” maddesinde hadis uydurmacılığı konusunu Goldziher’in gö­rüşlerine dayanarak genişçe ele almış; muhaddislerin Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait söz ve fiilleri yeni zamanın düşüncelerine uygun şekle soktuklarını ve ga­yelerine uygun bir çok hadis ortaya çıkardıklarını belirterek bütün muhaddis­leri suçlamıştır.

Juynboll da, diğer müsteşrikler gibi Hıristiyan akidelerinden, İncil’in ve apokrif kitapların fıkralarından, Yahudi fikriyatından, Yunan filozoflarının nazariyelerinden faydalanıldığını ileri sürmüş; akaid esasları, ahkâm, helal ve haram medenî ve cezaî hukuk, muâşeret, âhiret hayatı, yaratılış ve geçmiş peygamberler hakkında vb. dinî konulara dair hadis uydurulduğunu belirte­rek bütün hadisler üzerinde şüphe uyandırmak istemiştir.

Buna karşılık kötü niyetli uydurmacıların oyununu boşa çıkarmak mak­sadıyla gerçek muhaddislerin verdikleri mücadele ve geliştirdikleri tenkit metodundan söz etmemiş; hadis uyduranların birer hadis otoritesi olmadığı, bu sebeple onların ortaya attığı rivayetlere herkesin itimat etmediği ve bu sözle­rin önemli muhaddislerin eserlerinde yer almadığı gerçeğini de dile getirme­miştir.

Juynboll, müslümanların hadis uydurma hareketini doğru bulmadıkla­rını belirtmekle birlikte Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilen, özellikle dinî ve ah­lakî düstur mahiyetindeki sözler için haffiletici sebepler ileri sürdüklerini iddia ederek onların “terğîb ve Terhîb” konusunda hadis uydurulmasına göz yumduklarını söylemektedir.

Halbuki uydurma hadisleri konu alan bütün kitaplarda, Allah rızası için hadis uydurduklarını ifade eden sözde zâhidler hadislerin ruhundan ve ma­na­sından haberdar olmayan en zararlı sınıf olarak kabul edilir (M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, s. 56-61).

Juynboll’un, “Ebu Hureyre’nin doğru sözlülüğü pek çok kimselerce ka­bul edilmeyerek şiddetli itirazlarla karşılandı” demesi, çok hadis rivayet ettiği için Ebu Hureyre’yi gözden düşürme maksadına, “En büyük zaman tenakuzlarını ihtiva eden hadisler bile umutsuzca itimada layık görüldü” sözü de ha­disler hakkında şüphe uyandırma hedefine yönelik asılsız iddialardan ibaret­tir. Onun “Hadis” maddesindeki gerçek dışı görüşleri, bu ansiklopedinin Arapça tercümesinde Ahmed Muhammed Şâkir tarafından cevaplandırılmıştır (DMİ, 7/230-247).

Müsteşriklerin üzerinde en fazla durdukları hususlardan biri de; muhad­dislerin bütün gayretlerini sened tenkidine yönelttikleri, şeklen kusursuz olan rivayetleri güvenilir sayarak metin tenkidiyle meşgul olmadıkları iddiasıdır. Halbuki hadislerin sağlamlık derecesini tespit etmek üzere muhaddislerin or­taya koyup geliştirdiği sened tenkidi, rivayetleri bir tür ön elemeden geçirme faaliyeti olup bundan sonra hadis metinleri de incelenerek bunların Kur’an’a, mütevatir sünnete, te’vil edilemeyecek kadar akla, duyu ve müşahadeye ve tarihî gerçeklere aykırı olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Muhaddis­ler, bu ölçülere göre hadisin lafzında ve manasında bir bozukluk bulunmasını ondan şüphelenmek için yeterli sebep kabul etmişlerdir.

Erken devirlerden itibaren metin tenkidi alanında yapılan çalışmalar geniş araştırmalara konu olmuştur. Bu çalışmalara örnek olarak, Selahaddin b. Ahmed Edlibî’nin “Menhecü nakdi’l-metninde ulemâi’l-hadîsi’n-nebevî” (Beyrut 1403/1983), Misfir b. Gurmullah ed-Dümeynî’nin “Mekâyisü nakdi mütûni’s-sünne” (Riyad 1404/1984), Muhammed Lokman es-Selefî’nin “İh­­ti­mâmü’l-muhaddisîn bi-nakdi’l-hadîs seneden ve metnen” (Riyad 1408/1987) ve Muhammed Tâhir el-Cevâbî’nin “Cühâdü’l-muhaddisîn fî nak­di metni’l-hadîs” (Tunus 1991) adlı eserleri zikredilebilir.

Şarkiyatçıların hadis ve sünnet aleyhindeki görüşlerinin Arapça metinleri yeterince anlayamadıklarından kaynaklandığı fikrinde (M. S. Hatipoğlu, Batı­daki Hadis Çalışmaları Üzerine, Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İz­mir 1985, s. 84-94) gerçeklik payı bulunmakla beraber söz konusu aleyhtar­lığı sadece bu sebebe bağlamak fazla iyimserlik olur.

Hadislerin güvenilir olmadığı hususunda müsteşrikler gibi düşünen Emile Dermenghem’in, şarkiyatçıların yazdığı kitapların “kabataslak fikirler ihtiva ettiğini ve yıkıcı mahiyette” olduğunu (Muhammed’in Hayatı, s. 4) söylemesi, şüphesiz daha gerçekçidir.

Eserlerinde polemiğe girmekten kaçındığı, hadis ve sünnet hakkında daha insaflı bir görüşe sahip olduğu anlaşılan Johann W. Fueck’ün söyledileri de, bu kanaati doğrulamaktadır. Ona göre; İslamî tenkit sistemi, hadise ilave edilmek istenen sahte unsurları ayıklamakta başarılı olmuştur. Bu sebeple sünnetin dayandığı malzeme sahihtir. “Sünnetin ilk iki yüzyılın bir icadı olduğunu ve onun sadece daha sonraki nesillerin Peygamber ve ashabı hakkında­ki düşüncelerini yansıttığını ileri süren bazı şarkiyatçılar, Muham­med’in şah­siyetinin ashabı üzerindeki büyük etkisini ciddi bir şekilde küçümsemektedir” diyen Fueck’e göre; müsteşriklerin her hukukî sünneti ispatlayıncaya kadar uydurma kabul etmeleri, hiçbir sınır tanımayan ve tamamen şahsî arzuya dayanan bir şüpheciliği beslemektedir (Studies on Islam, s. 99-111).[4] 

 

İSLAM DÜNYASINDA HADİS MUHALİFLERİ

 

İslamî konuları farklı açılardan ele alıp tartışan siyasî ve itikadî fırkala­rın or­taya çıktığı hicri I. (7.) yüzyıldan günümüze kadar bazı grup veya şahısların hadisler üzerinde genel kabule ters düşen fikirler ileri sürdükleri bilinmektedir.

Günümüzde ve yakın geçmişte büyük ölçüde şarkiyatçıların etkisinde kalan çoğu Mısırlı bazı alimler ile Hindistan’da ve ülkemizde ortaya çıkan bazı gruplar, el­deki hadislerin sağlamlığı ve Hz. Peygamber’e aidiyeti hususunda şüphe uyandırmışlar; bunun sonucunda bir kısım aşırı görüş sahipleri hadislere hiç­bir şekilde güvenilmemesi ve tamamen Kur’an’la yetinilmesi gerektiğini ileri sürerken, nispeten mutedil bazı kimseler de cennet ve cehennemin tasviri gibi (gaybî) olaylara dair hadislere güvenilemeyeceğini savunmuşlardır.

İslam dünyasındaki hadis muhaliflerinin belli başlı iddialarını şu şe­kilde sıralamak mümkündür:

1. Hz. Peygamber, hadislerin yazılmasını yasaklamışken, daha son­raki devirlere binlerce hadis güvenilir şekilde intikal edemez; dolayısıyla III. (9.) yüzyıl gibi çok geç bir dönemde derlenip tedvin edilen hadis kitaplarına güvenilemez.

Hadisin tarihi incelenirken belirtildiği gibi, Resulullah (s.a.v), kendi söz­lerinin Kur’an ile karışması ihtimalinin bulunduğu ilk dönemlerde hadisle­rin yazılmasını genel olarak yasaklamakla beraber bazı sahabilere özel şekilde yaz­ma izni vermiş ve bir müddet sonra da bu yasak kalkmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in yaptığı anlaşmalar, krallara, kabile liderlerine, ken­­di komutan ve valilerine gönderdiği mektuplar, zekat memurlarına verdiği ya­­­zılı emirler, onun hadislerinin ilk yazılı belgeleridir. Yine bazı sahabilerin ha­­disleri yazdığı yada yazdırdığı sahifeler de sünnetin ilk yazılı örneklerindendir.

Öte yandan Araplar, kültürlerini daha sonraki nesillere aktarma konusun­da yazılı edebiyat kadar sözlü rivayete de önem vermişler, ezberlediği hiçbir şeyi unutmadığını söyleyen İbn Şihâb ez-Zührî gibi hadis hafızları (İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 19/448) yetiştirmişlerdir.

Hadislerin ilk ravileri olan sahabî ve tabiîler ise hadislerin nakli hususunda Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Size öğrettiklerimi iyice belleyip buraya gelemeyen halka öğretiniz” (Buhârî, İmân 40); “Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin” (Buhârî, İlm 9, 37) şeklindeki tavsiyelerini dinî sorumlulukla yerine getirerek hadisleri, hem yazılı ve hem de şifahî olarak riva­yet etmişlerdir.

İleri gelen sahabilerin pek az rivayet ettiği iddiası da; temelsiz olduğu gibi Resulullah (s.a.v)’in hadislerin nakledilmesine karşı çıktığı, buna gerek görseydi onları mutlaka yazıyla tespit ettireceği sözü de isabetli değildir.

Hadislerin tedvini, daha I. (7.) yüzyılda başlamış, II. (8.) yüzyılda hemen he­men kaydedilmedik hadis malzemesi bırakılmadığı gibi “Müsned”lerin yanı sıra konularına göre tasnif edilen “Muvatta’”, “Câmi’” ve “Sünen” türü e­ser­ler meydana getirilmiştir.

2. Hadislerin büyük bir kısmı, mana ile rivayet edildiğinden onların Peygamber’e aidiyeti şüphelidir.

Hadislerin, Resulullah (s.a.v)’in kullandığı lafızlarla değil aynı manaya ge­len ve az çok değişik olan lafızlarla rivayetin caiz olup olmadığı veya buna ne ölçüde izin verileceği konusu alimler tarafından ilk devirlerden itibaren tartışılmıştır.

Kısa ve özlü hadislerin, veciz konuşmaktan hoşlanan Hz. Peygamber'in bu özelliğiyle bağdaştığı belagat âlimlerince de kabul edilmekte, ibadet metinlerini oluşturan dua ve zikir hadislerinde mâna ile rivayete izin verilmediği bilinmektedir.

Uzun hadislerin çeşitli rivayetleri bir araya getirilip karşılaştırılınca ara­larında farklar bulunmakla beraber bunların abartılacak kadar fazla olmadığı, lafızları farklı bile olsa aynı mânanın isabetli bir şekilde ifade edildiği görülür.

Sa­habe devrinden itibaren hadis âlimleri­nin çoğunun, rivayet esnasında ha­disin metninde "vav" ve "fa" gibi atıf harfleri­nin bile değişmesine göz yummadığı. hatta Hz. Peygamber'in söylediği bir ke­limenin yerine eş anlam­lısının konulma­sına bile izin vermediği, ilk üç nesilde bir­çok hadis râvi­sinin mâna ile rivayeti caiz görmediği bilinmektedir.

Hadisin mâna ile rivayetinde sakınca görmeyenler ise bu şekilde rivayet edecek kimselerin sarf. nahiv ve lügat ilimlerini, lafızlar arasın­daki anlam farkını iyi bilen, hadisi lahinsiz rivayet eden, lafızların delâlet ettiği mânayı ve maksadı anlayan râviler olmasını şart koşmuşlardır.

Bazı âlimler, mâ­na ile rivayeti, fesahat ve belagattaki üstünlükleriyle tanınan ve Resûl-i Ekrem'in sözünü işitip yaptığını gören sahabe nes­linden başkasının yapamayacağını söylemişler ve lafzen rivayeti esas kabul et­tikleri için bu yola sadece ihtiyaç duyulduğunda başvurulabileceğini söylemişlerdir. İmam Mâlik gibi âlimler, merfû ol­mayan metinlerin mâna ile rivayetine izin vermekle beraber Resûl-i Ekrem'in söz­lerinde bunun mümkün olamayacağını belirtmişlerdir (Subhî es-Sâlih, s. 63-69).

Resûlullah'tan duyup öğrendiklerini yine onun emri gereğince duymayanlara nakletmek için hadisleri kendi araların­da titizlikle müzakere eden ve kültürlerini ezbere nakletme konusunda geniş bir tecrübeye sahip olan ilk nesillerin gayre­ti, titizliği ve bu nakli dinî bir heyecanla yaptıkları göz ardı edilmemeli, ayrıca hadislerin tedvininden sonra manen rivaye­te izin verilmediği de unutulmamalıdır.

3. Hicrî I (7.). yüzyılın ilk yarısından itibaren bazı itikadî ve siyasî fırkaların hadislerin yazılmamasını fırsat bilerek kendi­lerinin lehinde, muhaliflerinin aleyhinde uydurdukları sözler sahih hadis kitapları­na bile girmiş ve bunlar, kitaplardan ye­terince ayıklanmamıştır.

Mensup olduğu grubu başarıya ulaştırmak, insanları di­ne yöneltmek veya zındıkların yaptığı gi­bi dinden soğutmak, şahsî çıkar elde et­mek vb. amaçlarla ha­dis uyduranlar ve uydurdukları sözlerin müslümanlar tara­fından benimsenmesini temin etmek için çeşitli yollara başvuranlar bulunduğu bir gerçektir.

Esasen muhaddisler de hadis diye uydurulan sözlerin İslâm'a getirece­ği za­rarı önlemek için isnad sistemini icat etmişlerdir. Bu sistemle birlikte hadisle­rin bir hocadan alınıp rivayet edîlme yöntemleri sağlam esaslara bağlandığı gibi ha­dis râvisini dürüstlük, güvenilirlik ve rivayet ehliyetine liyakat açılarından titiz bir şekilde değerlendiren cerh ve ta'dîl prensipleri sayesinde zayıf ve uydur­ma haberlerin ayıklanması sağlanmıştır.

Ni­tekim her devirde yetişen hadis münek­kitleri bu prensipleri uygulamak suretiy­le bir râvinin nerede ve ne zaman doğduğunu, nerelerde yaşadığını, hadis tahsiline ne zaman başladığını, kimlerle arkadaşlık yaptığını, hocalarını, talebeleri­ni, hadisi kaynağından alıp rivayet etme usullerine ne ölçüde riayet ettiğini araştırmışlar; öte yandan onun davranışlarını, karakterini, inanç durumunu, akıl ve hafıza sağlamlığını, dolayısıyla ne ölçüde güvenilir olduğunu ortaya koymuşlardır.

Bir râviyi. kendisinden hadis almadan ön­ce böylesine sıkı bir denetimden geçiren hadis münekkitleri bununla da yetinme­yerek onu yaşadığı sürece gözetleyip hafızasını sık sık kontrol etmişler, zihnî ge­rileme gibi bir değişiklik tesbit ettikleri andan itibaren ondan hadis alınamayacağını ilgililere duyurmuşlardır.

Buhârî ve Müslim'in “el-Câmiu's-Sahîh”leri gibi sahih hadis kitaplarının en belirgin özel­liği, ihtiva ettikleri hadislerin güvenilir râviler tarafından rivayet edilmesidir. Bun­ların içinde uydurma rivayetlerin bulun­duğu iddiası ise bundan dolayı gerçek değildir.

Hadisi Allah elçisinin sözü olarak bilen ve onu Peygamber'in tavsiyesine uyarak daha sonraki nesillere aynen aktarmayı ibadet kabul eden kimselerin icat ettiği isnad sistemleriyle gelen rivayetlere güvenmeyenler, böyle bir itina ile nakledilmeyen, medeniyetin ayrılmaz bir parçası sayılan tarih, kültür ve edebiyat rivayetlerine nasıl itimat edeceklerdir?

Hz. Peygamber'in otoritesini kötüye kullana­rak hadis uydurmaya kalkanların ortaya çıktığı günden itibaren muhaddislerin sa­mimi olmayan hadis talebelerini tanımak ve tanıtmak için geliştirdikleri rical bilgisi ve edebiyatı ile rivayetleri anlamaya ve on­lar arasında görülebilecek uyumsuzluğu gidermeye yönelik ilimler hadisler üzerin­de titizlikle çalışıldığını göstermektedir.

4. Hadis kitaplarında Kitâb-ı Mukaddes’ten alınmış pek çok rivayet bulunmaktadır.

Bazı hadislerin, Kitâb-ı Mukaddes'teki bir kısım metinlere benzemesi­ne bakarak bunların yahudi veya hıristiyan asıllı râviler tarafından hadis kitaplarına sokulduğunu ileri sürmek, eğer bir maksada dayanmıyorsa bir vehim veya bilgisizlik ürünüdür.

Bazı Ehl-i kitap âlimlerinin, müslüman olduktan sonra her­hangi bir art ni­yet taşımadan eski kültürleriyle ilgili birtakım rivayetlerden söz ettikleri ve İsrâiliyat denen bu haberlerin cahil insanlar tarafından dine sokulduğu bir gerçektir. Hadis âlimleri bunları belirleyip asılsız olanlarını tenkit etmek için büyük çaba harcamışlardır.

Ehl-i kitap'tan intikal eden bilgilerin bir kısmı, İslâmî nakillere uyduğu için doğ­ru, bir kısmı gerçeklere ters düştüğü için yanlış, bir kıs­mı da doğruluğu veya yanlışlığı bilinme­yen haberlerdir (İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, XIII/366). Bu sebeple Resûl-i Ekrem, Kitâb-ı Mukaddes’teki mahiyeti bilinmeyen husus­lar konusunda ashabına ihtiyatlı davran­mayı tavsiye etmiş, bu nevi haberleri doğrulamayı veya yalanlamayı uygun görme­miştir (Buhârî, Tefsir, 2/11).

Buna göre Ehl-i kitabın İslâmiyet'e uygun haberleri­ni nakletmekte bir sakınca bulunmadığı gibi bu rivayetler peygamberlerin aynı ilâhî kaynaktan beslendiği gerçeğini ortaya koyması bakımından da faydalıdır.

Meseleye bu açıdan bakarak bütün se­mavî dinlerde bazı haber, hüküm ve ah­lâk esaslarının birbirinin aynı olacağını kabul etmek yerine, Kitâb-ı Mukaddes’teki rivayetlere benzeyen bazı hadislerin ihtida etmiş olan sahâbî veya tabiîler ta­rafından uydurulduğunu iddia etmek yahut Ehl-i kitap asıllı tabiî âlimi Kâ'b el-Ahbâr gibi râvilerin çok hadis rivayet etmekle ünlü sahâbîleri etkileyerek İsrâiliyat'ı onlar vasıtasıyla hadislere karıştırdı­ğını ileri sürmek bu sahâ­bî­lere iftira olur.

5. Kur'an âyetleri tevatür yoluyla gel­diği için kesinlik ifade eder; fakat hadislerin tamamına yakını haber-i vâhid sayıldığı, yani Peygamber'e aidiyeti kesin olmadığı için zan ifade eder; din ise zan üzerine kurulamaz.

İmam Şâfiî’nin belirttiğine göre; II. (8.) yüzyılın sonuna doğ­ru hadislerin, özellikle haber-i vâhidlerin zan ifade etmeleri sebebiyle hukukî bakımdan kaynak olamayacağını ileri süren kimseler görülmeye başlanmıştır (el-Ümm, VII/250, 254).

Hadislere güvenmeyenle­rin, gerekçe olarak onların Kur'an âyetleri gibi kesin­lik ifade etmediğini söyle­meleri doğru değildir. Zira subût ile delâlet tamamen farklı şeylerdir. Sübûtun da şüphe edilmeyen Kur'ân-ı Kerim'de de delâleti kat’i olmayan âyetler bulunduğu halde hiç kimse bu âyetlerden şüp­he etmemiştir.

Öte yandan iki kişinin şehâdetini yeterli gören Kur'an (Bakara 2/282; Talâk: 65/2) tevâtür şartını aramadığı gibi, ne Resûl-i Ekrem ne de kendilerine sadece bir kişi vasıtasıyla mek­tup veya talimat gönderdiği krallar, müslüman kumandanlar veya kabile men­supları habercinin birden fazla olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Zira haberi getiren kimsede aranan en önemli şart; zabtının sağlam, şahsiyetinin güvenilir olmasıdır.

Sahih sünnete zayıf ve mevzu haberlerin karışmaya başladığı tarihten itibaren İslâm âlimlerinin hadisleri koruma amacıyla ortaya koyup geliştirdikleri hadis ilimleri ve metotları, şâhidlik sırasında aranan şartlardan daha hassas ve sağlam ölçülerdir. Hiçbir haber Kur’ân-ı Kerim gibi en güvenilir şekilde gelme­mekle beraber Hz. Peygamber'in sözü olduğu bilinciyle titiz bir surette rivayet edilen haber-i vâhidlerin kesinlik ifade ettiği hususunda İslâm âlimlerinin çoğu, özellikle de muhaddisler görüş birliğine varmışlardır.

Esasen bir haberin güveni­lir sayılması için onun mütevâtir rivayet­te olduğu gibi büyük bir kalabalık tarafından nakledilmesi şartı; ne diplomatik konularda, ne ticarî meselelerde, ne de günlük hayatın herhangi bir muamelesinde hiçbir zaman aranmamaktadır. Zi­ra böyle bir şartın gerçekleşmesi nadi­ren müm­­kün olacağı için haberi verenin güvenilirliği sözünün kabul edilmesi için yeterli görülmektedir.

Dinin anlaşılıp yaşanmasında Kur'an'ın yeterli olduğunu ileri sürenler, eğer ibadetlerin vazgeçilmezliğini kabul ediyorlarsa, bu dinî merasimlerin, Hz. Peygamber zamanındaki şekilleriyle ifa edilebilmesinin ancak hadis ve sünnet sayesinde mümkün olacağını göz ardı etmemeleri gerekir.

Dinin anlaşılması hususunda hadislerin dikkate alınmamasının doğuracağı en büyük tehlike; şahsi görüşlerin ön plana çıkması ve bunun tabii sonucu olarak herkesin kendi anlayışını isabetli görmesi yüzünden dinde büyük bir kargaşanın yaşanmasıdır.

Bu gerekçelerin ve benzeri görüşlerin hadislere güvenilemeyeceğini ortaya koy­duğu, Kur'an'da her şeyin bulunduğu, dolayısıyla dinin yaşanması hususunda Kur'an'ın yeterli olduğu ve hadise ihtiyaç bulunmadığı yönündeki görüşler, ilk de­virlerden beri ileri surülmektedir. Nite­kim sahâbî İmrân b. Husayn'ın hadisler­den bahsettiği sırada orada bulunan bi­rinin: "Bize Kur'an'dan söz et" demesi bu kanaatlerin eskiliğini ortaya koymakta­dır. Ancak İmrân'ın, hadisler olmadan namazın ve zekâtın ifa edilemeyeceğini söy­lemesi üzerine o şahsın itirazından vazgeçmesi (Hâkim, Müstedrek, l/109-110), ilk zarnanlarda meseleleri sadece Kur'an'la çöz­mek isteyenlerin bu görüşü fikrî bir akım haline getirmeyen mûtedil kimseler olduğunu göstermektedir.

Esasen Kur'an'­da her şeyin açıklandığını (Nahl: 16/89), onda hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını (En'âm: 6/38) belirten âyetlere dayanarak hadislere ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmek doğru değildir. Zira Kur'ân-ı Kerîm. Hz. Peygamber'in Allah'ın âyetle­rini açıklamakla görevlendirildiğini ifade etmektedir (Nahl: 16/44, 64). Onun açık­lamaları ise ancak hadisle sabit olur.

Ay­rıca Peygamber'in emrettiğini yapıp yasakladığından uzak durmayı (Haşr: 59/7) ve ona itaat etmeyi gerekli kılan âyetler, Resûl-i Ekrem'in hadis veya sünnetle tesbit edilebilen buyruklarına ve açıklamalarına uymayı zorunlu hale getirmektedir. Bundan dolayı, hüküm koyma yetkisinin sadece Allah'a ait olduğunu belirten bazı âyetleri öne sürerek ahkâm hadislerini kabul etmeyen kimselerin görüşleri de tutarlı değildir.

Günümüzdeki hadis muhaliflerinin bazen birbirlerine ters düştükleri de görülmektedir. Meselâ bir kısmı,. muhaddislerin sadece sened tenkidi yapıp metin tenkidiyle meşgul olmadıklarını ileri sürer­ken, bazıları hadislerin hem senedlerinin hem de metinlerinin tenkit edildiğini, bu sebeple tenkit edilen bir şeyin din sayılamayacağını belirtmektedir (Hadim Hüse­yin İlâhî bahş, s. 233-238).

Hadislere karşı kesin şekilde tavır alan Hindistan’daki Ehl-i Kur'ân’ın (=Kur'âniyyûn) bazı mensupları, Kur’an’ın, müslümanları birliğe çağırdığını, ancak rastgele insanlann rivayetlerinden meydana gelen ve Hz. Peygamber'e itaati emreden hadis kitapları terkedilmedikçe birliğin ve ilerlemenin sağlanamayacağını ileri sürmektedirler.

Bunlar, ayrıca Kütüb-i Sitte gibi hadis kitapları­nın çok büyütüldüğünü, esasen bu kitapların İslâm'a ve müslümanlara zarar vermek için Arap olmayanlar ve özellikle İranlılar tarafından meydana getirildiğini söy­lemekte bile sakınca görmezler (a.g.e., s- 238-242).

Kur'an ile yetinmenin birliği sağlayacağını iddia edenlerin, namazın rekatları ve kılınış şekli bir yana, günde kaç vakit kılınacağı konusunda bile fikir birliği edemedikleri, dolayısıyla kendile­rini yalanladıkları görülmektedir.

Hadise karşı tavır alan İslâmî grupların sistemleşmemiş mahiyetteki görüşlerini benimseyen çağdaş bazı hadis muhalifleri, bu görüşlere yenilerin ekleyerek kanaatlerini sistemleştirmeye gayret etmişlerdir.

İslâm dünyasında XX. (20). yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde; Avrupalı araştırmacıların Kitâb-ı Mukaddes’e yönelttikleri, dinî metinleri insan ürünü gibi düşünerek eleştirme fikri (=tarihî tenkit metodu) yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen müslüman araştırmacılar İslâm'ın dinî metin­leri olan Kur'an ve hadislere uygulamak istemiş, hadisleri birer birer tenkit etmek yerine kurulacak bir sistem çerçevesinde onları daha kapsamlı bir şekilde değerlendirmeyi düşünmüşlerdir.

Buna göre gramer kurallarına bağlı kalarak hadisleri anlamaya çalışmak veya onların, Peygamber'e nisbetini araştırmak ve­rimli bir yol olmadığından, hadislerden genel prensipler çıkarıp bu prensiplere göre toplumun ihtiyaçlarına çözümler getirmek daha isabetli bir yoldur. Bu tutum, muhaddislerin ve fakihlerin anladı­ğı İslâm'ın yerine, bundan büyük ölçüde farklı ve modern dünyada yaşanan hayata daha yakın bir din olan onların zihnindeki Müslümanlığı koymakta, Kur'an ve hadisin hüküm vazetme yetkisine bakış­ları ise bu tavırlarını daha da netleştirmektedir. Buna göre Kur'an'daki hüküm âyetleri son derece azdır; bunlar da nazil ol­duğu zaman ve mekanın dışında bir hu­kukî metin kabul edilmeyip dolaylı hukuk malzemesi niteliğinde görülmelidir.

Re­sûl-i Ekrem, ortaya çıkan meselelere hu­kukî çözümler getiren bir peygamber değil, daha ziyade ahlâkî bir ıslahatçı kabul edilmelidir (Fazlurrahman, Islamic Methodology in History, s. 10-11).

Modern zihniyetli araştırmacılar, müsteşrikler gibi, hadislerin büyük bir kısmının Hz. Peygamber'le ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddislerinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur'an ve hadislerdeki hukukî çözümleri, Peygamber devriyle sınırlayan bu zihni­yetin sahipleri, âlimlerin kendi çağlarının. ihtiyaçlarına göre kanun koyabilecekleri­ni iddia etmişlerdir.

Bu ve benzeri iddiaları dillendiren kimselere baktığımızda,hemen tamamının dini yaşamada çok gevşek kimseler olduklarını görürsünüz ve tamamına yakını da felsefe ile içli dışlı olmuş Mu’tezile akımının sadık bendeleridir.Bu tip zihniyeti anlamak için İmam Ahmed bçHanbel (rha)’e yaptıkları zulme bakmak yeterlidir.Allah (cc) tüm Müslümanları bunların fitnesinden muhafaza etsin.Amin….11-04-2013 Perşembe…...

 

EBU DAVED

 



[1] İslam Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul 1997, 15/30-36
[2]    Bu hadisi rivayet eden sahabilerin isim listesi, tahricleri ve bu hadis ile ilgili açıklama için b.k.z: Kettânî, Mütevatir Hadisler, trc. Hanifi Akın, Karınca Yayınları, İstanbul 2003, s. 44-56
[3]    Bu hadis ile ilgili olarak b.k.z: Kettânî, Mütevatir Hadisler, trc. Hanifi Akın, Karınca Ya­yın­ları, İstanbul 2003, s. 35-43
[4]   İslam Ansiklopedisi, T.D.V. İstanbul 1997, 15/40-44

1 yorum:

  1. Allah Razı Olsun. Hadis çalışmalarınızın devamını istiyoruz. Alimlerimiz Hadisleri nasıl değerlendirmişler ve uygulamışlar. Onların çalışmaları kayıtlı metinleri hayata kazandırmiştır. alimleri ehliyet ve liyakatlerini aynı konuda ilimle mücehhez olanlar görebilecek ve değerlendirebileceklerdir. ilahi kaynakla mücehhez ilme saygı ve itibar alimleri tagut olarak gören ilime yabancı hatta düşman güruhun saygısızlıktan öte cehaletleri ile Allah'ın hudutlarını aşmaları mesela kaderi inkar etmek için Sümme Haşa "Allah yarını bilemez Allah Hata etmiştir" diyen A. Bayındır gibi şahsiyetlerin yolunu kendilerine mezhep edinmiş insanların islamı doğru değerleri ile tanımaya vesile olmuş olacaksınız. başarılar diliyorum.

    YanıtlaSil